BLOG

The man who does not read has no advantage over the man who cannot read. (Mark Twain)

Edison'un Başarı Sırları

1- Azimli, inançlı ve çalışkandı. Bu en önemli üç iksirden dolayı başarı onun için kaçınılmazdı. 1914 gecesi fabrikası birkaç saat içinde yanıp kül olan Edison, 'Hatalarımız yandı gitti, şimdi yeniden başlayabiliriz' diyerek değerlendirdiği yangından üç hafta sonra üstün inanç ve azim göstererek ilk gramofonu icat etmiştir. Edison başarı sırrını şu sözleriyle özetler; 'Başarının yüzde 99'u ter, yüzde biriyse zekadır.'

2- Başarılı olmada en önemli püf noktalardan biri de 'sabır' dır. Edison başladığı işte müthiş bir sabır ve sebat gösterir, bütün olumsuzluklara rağmen çalışmasına devam ederdi. Sabrının ve çalışmasının mükafatını, kendisi için hayal gibi görünen şeylerin başarıyla sonuçlanmasıyla alırdı. Edison, 'Evet, ben hayalimi 999 başarısız deneyden sonra 1000.'de gerçekleştirdim.' diyor.

3- Ufku çok açık, mükemmel bir düş gücüne sahip Edison, devamlı fikir üreterek kendisini yenileyen bir mucitti. 'Günde en az beş fikir üretin, bu yılda yüzlerce fikir eder. Bunlardan sadece birisi bile işinize yarasa hayatınız kolaylaşır' demektedir.

4- Tekdüzelikten uzaktı. Hep farklı olmak ister, çalışmalarında farklı yolları denerdi. Nitekim ampulün icadı aşamasında 999 deney yapıp, bu deneylerin herbirini başarısızlık değil, belki başarıya gitmeyen bir yolunu daha keşfetmek olarak değerlendiriyordu ve bu konuda 'İşe ya da başka bir yere giderken hep aynı yolu kullanmayın, hep aynı kitapları okumayın, hep aynı kişilerle arkadaşlık etmeyin. Böyle yaparsanız yeni bir şey öğrenemezsiniz' der.

5- Başarılı olmada mükemmel stratejilere sahipti ve neyden nasıl faydalanacağını iyi bilirdi. Çevresindekilere de

'Elinize aldığınız kitaba veya dergiye önce dikkatlice bakın, sonra da faydalanabileceğiniz farklılıkları görün' öğüdünde bulunmaktadır.

6- Müthiş bir merak ve o meraktan kaynaklanan fevkalade bir araştırma ruhuna sahipti. 'Bir kutunuz olsun. İçine enteresan bulduğunuz reklamları, yazıları, haberleri, karikatürleri, esprileri koyun. Bir problemle karşılaştığınızda kutunuza gözatın.' demektedir.

7- Başarıda önemli bir kural olan not tutma tekniğiniz ne kadar gelişmiş? İşte Edison bunu mükemmel şekilde başarmış ve öldüğünde arkasında yapmak istediklerini, planladıklarını, tecrübelerini kaydettiği 2.900 defter bırakmıştır. Ve yine çevresindekilere şu tavsiyede bulunmuştur. 'Mutlaka not tutun. Aksi halde bütün fikirleri unutursunuz. Çünkü söz uçar, yazı kalır.'

8- Edison’un başarılı olmasındaki bir diğer sır ise çalışmalarını verimli bir zeminde, kendisinin en çok motive olabildiği bir saatte ve faydalanabileceği kişilerin yanında gerçekleştirmesidir.' Hangi ortamda daha verimli olup fikir üretebildiğinizi tesbit edin. Bu konuda sizi en çok motive eden kişiyi, yeri ve saati belirleyin.' tavsiyesinde bulunur.

9- Her saatin bir altın değerinde olduğunun farkında olan Edison, zamanı mükemmel şekilde kullanırdı.

'Zaman insanın sahip olduğu yegane sermayeyi akıllıca kullanmayı bilmektir' der.

10- Başarısızlığı başarıya çevirmek, riske girmeyi ve cesaretli olmayı gerektirir. Bu, başarılı insanların en önemli özelliklerinden biridir. Germain Martin’in dediği gibi 'Mağlubiyete uğrayınca üzüntüye kapılma! Her başarısızlıkta zafer arzusu yatar.' İşte Edison mağlubiyette başarının saklı olduğunun bilincindeydi. Edison ampulün içine koyacağı tel için 2000’den fazla maddeyi denediği halde başarılı olamamıştı. 'Neden vazgeçmiyorsun?' sorusuna, 'Ben 2000 maddenin ampul teli olarak kullanılamayacağını keşfettim, fakat ampülü ışıklandıracak teli bulacağım!' cevabını vermiştir.

Kömürleştirilen iplikler her seferinde kırılmasına rağmen bu hassas ipliklerden biri kırılmadan lambaların birine takılabildi. Lambanın havası hemen boşaltıldı. Lambaya elektrik verildiğinde iplik kızdı ve tatlı sarı bir ışık meydana geldi. Edison ve arkadaşları ışığa büyülenmiş gibi bakıyorlardı.

Peki ya Tesla? Belki o da başka bir makalede.

Saygılarımla, Fatih

Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği

Kimilerinin neden daha az çalışıp daha çok kazandıklarına, daha az vergi ödediklerine ama başkalarına göre kendilerini mali açıdan neden daha çok güvende hissettiklerine ışık tutuyor. İşin sırrı, ölçüm çeyreğinin hangi diliminde çalışacağınızı ve zamanını bilmekte. Hiç merak ettiniz mi?

-Çalışan biri olmakla iş sahibi olmak arasındaki farkı,

-Bazı yatırımcılar daha az risk alarak daha çok para kazanırken, ötekilerin neden kar bile edemediklerini,

-Çalışanların çoğu bir işyerinden diğerine sürekli yer değiştirirken, bazılarının kendi iş imparatorluklarını kurmak üzere neden işlerinden ayrıldıklarını,

-Sanayi çağında çoğu ebeveyn çocuklarının doktor, muhasebeci ya da avukat olmasını isterken, Bilgi çağında bu mesleklerin neden mali topa tutulduğunu,

-Üniversitelerden mezun olan parlak öğrencilerinin birçoğunun öğrenimini yarıda bırakmış kimselerin, örneğin Microsoft'ta Bill Gates'in, Virgin Industries'te Richard Branson'ın, Dell Computers'da Michael Dell'in, CNN'de Ted Turner'ın yanında çalışmak istedikleri dikkatinizi çekti mi hiç? Okulu terk eden bu insanlar bugünün 'ultra' zenginleri.

Bu kitap bunlar gibi pek çok soruya yanıt verirken aynı zamanda hızlı bir mali dönüşümden geçen bir dünyada kendi yolunuzu bulmanıza yardımcı oluyor.

Bu kitap;

İş güvencesinin ötesine geçmeye ve kendi mali özgürlük dünyasını aramaya, yaşamlarında köklü profesyonel ve mali değişiklikler yapmaya, Sanayi çağından Bilgi çağına geçmeye hazır olanlar için yazılmıştır. Bu kitap yeni seçenekler, yeni yönler ve yepyeni bir mali gelecek belirlemenin püf noktalarını anlatır. (Robert Kiyosaki)

'Hiç kimseye hiçbir şey öğretemezsin; yalnızca bildiklerini bulmasına yardım edebilirsin.' (Galileo)

'Pek çok kişi bütün ışıklar yeşil yanmadan yola bakmaz. Bu yüzden de hiçbir yere gidemezler.' (Keith Cunningham)

'Nakit akışı ölçüm çeyreği mali başarıya giden yol haritasıdır.' (Sharon Lechter)

Son derece güzel bir çalışma olmuş, Kiyosaki bu işi biliyor. Kitap hazinenize eklemeniz gereken son derece güzel bir eser arkadaşlar. Mutlaka almanızı öneririm.

Saygılarımla, Fatih

Amerikan Üniversiteleri

Amerikan üniversitelerinin bir adeti var. Her yıl, her üniversite kendi alanında çok sivrilmiş ama mutlaka akademik hayattan gelmesi de gerekmeyen bir önemli ismi mezuniyet konuşması yapmak, yeni mezunlara çeşitli öğütler vermek üzere davet ediyor. Aşağıda 2000 yılında , Yale Üniversitesi'nde yapılan mezuniyet töreninde konuşmak üzere davet edilen 'Oracle' yazılım şirketinin kurucusu ve genel müdürü Larry Ellison'un şaşırtıcı, hatta şok edici konuşması var.

''Yale Üniversitesi mezunları, daha önce böyle bir giriş görmediğiniz için özür dilerim ama benim için bir şey yapmanızı istiyorum.

Lütfen, etrafınıza iyi bir bakın. Solunuzdaki sınıf arkadaşınıza bir bakın. Sonra sağınızdaki sınıf arkadaşınıza bir bakın. Ve şimdi şunu aklınıza koyun; Bundan beş yıl sonra, on yıl sonra, hatta otuz yıl sonra, solunuzdaki kişi hiçbir şeyi başaramamış olacak. Sağınızdaki kişi de aslında hiçbir şey başaramamış olacak. Ve siz, ortadaki? Ne bekliyorsunuz? Siz de başaramayacaksınız.

Başaramayacaksınız. Aslında bugün şöyle bir etrafıma baktığımda parlak gelecek için yüzlerce umut ışığı göremiyorum. Yüzlerce değişik endüstride liderliği ele alacak kişiler de göremiyorum. Görebildiğim tek şey, geleceği başarısızlıktan başka bir şey olmayacak yüzlerce insan. O kadar. Sinirlendiniz. Bu anlaşılabilir bir şey. Ben, Lawrence (Larry) Ellison üniversite terk, kim oluyorum ve bu yetkiyi nerden alıyorum ki, ülkenin en prestijli yüksek öğrenim kurumunun bu yılki mezunlarına böyle şeyler söyleyebiliyorum?

Bu yetkiyi nereden aldığımı söyleyeyim; Çünkü ben, üniversite terk ve dünyanın en zengin ikinci adamıyım. Siz değilsiniz. Çünkü Bill Gates, o da üniversite terk ve dünyanın 'şimdilik' en zengin adamı. Siz değilsiniz. Çünkü Paul Allen, o da üniversite terk ve dünyanın en zengin üçüncü adamı. Siz değilsiniz. Başka örnekler de var. Mesela Michael Dell, o listede 9 numara ve yukarı doğru hızla tırmanıyor, o da üniversite terk. Ve siz o listede hala yoksunuz. Hımmm.. Şimdi çok kızdınız. Bu da anlaşılabilir. O halde biraz da egolarınızı okşamama izin verin.

Pek çoğunuz burada dört ya da beş yıl eğitim gördünüz. Önünüzdeki yıllar için epey iyi bir eğitim aldınız, bilmeniz gereken pek çok şeyi öğrendiniz. İyi çalışma alışkanlıkları edindiniz. Burada size o önünüzdeki yıllar boyunca yardımcı olacak bir sürü insan tanıdınız, onlarla bağlantı kurdunuz. Ve hayat boyunca yanınızdan ayrılmayacak bir kelimeyle güçlü bir ilişkiniz oldu burada; Terapi. Bunların hepsi güzel şeyler. Ama gerçekte, o kurduğunuz arkadaşlık bağlantılarına fena halde ihtiyacınız olacak. O çalışma alışkanlığına ve 'terapi' ye de ihtiyaç duyacaksınız hayat boyu. İhtiyacınız olacak, çünkü üniversiteyi terk etmediniz. Dolayısıyla asla dünyanın en zengin insanları arasına katılamayacaksınız. Elbette, belki de listeye 10 ya da 11. sıradan, Microsoft yöneticisi Steve Ballmer gibi, girebilirsiniz. Ama herhalde onun kimin için çalıştığını söylememe gerek yok, değil mi? Sadece kayda geçsin diye söylüyorum, o da zaten master sınıfından terk. Biraz geç kalmış anlayacağınız.

Son olarak, herhalde bazılarınız ya da umarım bu konuşmadan sonra çoğunuz kendi kendinize soruyorsunuz;

'Yapabileceğim bir şey var mı? Bir umudum var mı?' Maalesef hayır. Çok geç kaldınız. İçinize çok şey dolduruldu. Siz onlara bakıp çok şey bildiğinizi sanıyorsunuz. Artık 19 yaşında değilsiniz. Eveeet, şimdi gerçekten çok kızdınız. Bu anlaşılabilir bir şey. Belki de şu an, size bir umut ışığı vermenin, bir çıkış yolu göstermenin tam zamanıdır. Hayır, 2000 mezunları size değil. Siz kaybettiniz. Sizi, yılda 200 bin dolarlık komik maaş çeklerinizle baş başa bırakıyorum. Üstelik o maaş çekinin üstünde sizden birkaç yıl önce okulu terk etmiş birinin imzası olacağını söyleyerek. Öğütlerim size değil daha alt sınıfta okuyanlara. Size söylüyorum; Hemen ayrılın. Daha güçlü söyleyemem; Ayrılın. Hemen toplayın eşyalarınızı ve fikirlerinizi ve bir daha geri dönmeyin. Terk edin. Her şeye yeniden başlayın. Size söyleyebileceğim tek şey, o başınızdaki kepler ve kıyafetin sizi aynen şu güvenlik görevlilerinin beni kürsüden aşağı çektiği gibi, aşağı çektiği."

Saygılarımla, Fatih

Donald Trump Network Marketing'i Tavsiye Ediyor

Milyarder iş adamı Donald Trump Network Marketing'i size önerse ne derdiniz? Korkup hayır mı derdiniz? Hiç zannetmiyorum. Hiç düşünmeden evet derdiniz. Donald'a göre;

Pazarlama güçlü bir araçtır. Network marketing ise bu gücü arttıran etkendir. Basitçe bakacak olursak, bir ürün alırız ve bu ürünün reklamını yaparız. Reklamını yap ve pazarla. Bu kadar basit. Şimdi Donald Trump'a göre network marketing işinde çalışanların ne gibi özelliklere sahip olması gerektiğini maddeler halinde altta görebilirsiniz.

Tutku: Sadece network marketing işi için değil, ne iş yaparsanız yapın tutkuyla yapın. (Çok çok iyi hayat–Zig Ziglar) Bu ilk şartımız. Mesela neden hayalimizde tek bir araba markası vardır, neden bir kıza çıkma teklif edersiniz, neden bazen 'Ya ben bu işi bitiririm, ya bu iş beni bitirir.' deriz? İşte tüm bunları ateşleyen tutku fitilidir.

İçsel Motivasyon: İçsel motivasyon kendi içinizden gelen, bir işi yapma adına bizi isteklendiren şeydir. Tamam dışsal motivasyon (başkasının bizi motive etmesi) önemlidir fakat dışsal motivasyon devamlılık arz etmeyeceğinden, bizi başarıya götürecek olan içsel motivasyondur.

Girişimci Ruh: Girişimci ruha sahip olmak demek, odaklanabilme ve azmetmek gibi özelliklere sahip olmak demektir. Şunu unutmayın, başarılı ya da başarısız iş modeli yoktur, başarılı ya da başarısız girişimciler vardır. Bazen çok kötü şirketlerde bile başarılı olmuş insanları etrafımızda görebiliyoruz. Bu az önce söylediğimin kanıtıdır. Ayrıca her insan doğuştan bu özelliklere sahip olmayabilir. Bu sebepten liderlerinizin düzenlediği eğitim toplantılarına bıkmadan usanmadan tekrar tekrar katılın. Bu eğitimler size bu donanımları sağlayacaktır.

Sosyallik: Sosyal olmaktan nefret ediyorsanız, bu iş modeli size göre değildir. Çünkü bu işte insanlarla beraber olduğunuzdan ve ticaretiniz bir insan organizasyonundan meydana geldiğinden, sosyal bir kişiliğe sahip olmanız çok çok gereklidir. Dışarı çıkmanız, konuşmanız, sunum veya eğitim yapmanız ve problem çözmeniz gerektiğinden, sosyal olmayı sevmiyorsanız, bu işe hiç bulaşmayın. Çok fazla rahatlıktan vazgeçin. Hatta işe yeni başladıysanız, altınızda bir diken varmışcasına dikkatli davranın. Peki ben bu işte ne zaman rahat edeceğim derseniz, bu tamamen iş hakkındaki bilginize ve bu işten cebinizi ne kadar doldurduğunuza bağlıdır.

İşe yani başladıysanız, birçok engellemelerle karşılaşacağınız muhtemeldir. Sadece azmedin ve başladığınız yolda ilerleyin. Hızınızı arttırın. Eğitimlerden korkmayın. Kendinizi sürekli geliştirin. Bakacaksınız ki başarı kendi ayağıyla size gelecektir.

Saygılarımla, Fatih

Zengin İnsanların Ortak Özelliği

Günümüzde insanların yaşamlarını devam ettirebilmesi için para kazanmaya ihtiyacı var. Bunun için kimimiz ya ücretli olarak bir yerde çalışırız ya da sermayemizle kendi işimizi kurup kazanç elde etmeye çalışırız. Ücretli çalışarak aldığımız maaş her zaman belli olur alacağımız primler, ek maaşlar (varsa tabi). Bu bir yere kadar yorganın boyunu da ayağımızın boyunun da yerini belli eder. Tabii onda da işten çıkarılmadan tutun, şirketin küçülme planlarından dolayı maaşı alamama, geç alma vb. gibi maaşlı çalışanların çok iyi bildiği bir ton şeyle karşı karşıya geliriz.

Ya kendi işinin sahibi olma, bu defa maaşlı çalışan gibi sabahtan akşama kadar çalışıp belki de trilyonluk iş bitirip maaş günü aldığınız para gibi koymaz kazancınız daha fazla olur o iş yerinin sahibisinizdir ve 'aslan payı' sizin olmuştur!

Tabi bu işinizin sahibi olmanın getirdiği bazı zorunluluklar vardır. İşini yasal yapanlar için diyorum (!); Çalışanlarına sigorta yaptırıp onları ödemek, elektrik, su, telefon vs. gibi ödemeleri yapmak. Ve kendi işini yapmanın getirdiği önemli bir risk var; 'İflas Etmek'. Yani bu yazının da amacı, para kazananın da derdi var kazanamayanın da.


Sizlerle okuduğum bir kitaptan aklımda kalanları yazarak üzerimde bıraktığı etkiyi paylaşmak istiyorum;

Amerika'da ilkokul çağında 2 çocuk para kazanmak istiyorlar. Bir markette çalışarak işe koyuluyorlar fakat o kadar çok yoruluyorlar ki isyan ediyorlar saatlerce çalışmalarına rağmen aldıkları para onlara yetmiyor halbuki işe başlamadan önce alacakları parayla her gün bir dondurma alabilecekleri onları heyecanlandırıyordu. Patronları yani çocuklardan birinin babası maaşlarına zam yapmayı teklif etti. Heyecanla olur dediler ama bir hafta sonra yine isyan bayraklarını çektiler hatta patronlarına bağırıp çağırıp bunca saat çalıştıktan sonra verdiği paranın yetmediğini söylediler. Patron bunlara gülümsedi bir daha zam teklif etti. Kabul etmediler zammın miktarını, biraz daha arttırdı heyecanlandılar ama yine kabul etmediler. Zammın miktarı biraz daha arttı ki alacakları parayla bir beyzbol eldiveni alabiliyorlardı. Ama çocuklar bu süper teklife rağmen yine kabul etmediler. Patron istediğini elde etmişti, bu çocuklara paranın bu yolla kazanılabileceğini ama ihtiyaçlarını gün geçtikçe karşılayamayacağını anlatmış oldu. Bu sefer çocuklara, 1 hafta boyu ücretsiz çalışmaları için ikna etti ve 1 hafta sonra 'Nasıl Zengin Olacakları'nın sırrını söyleyecekti. Çocuklar okul çıkışlarında çalışırken markette bir şey dikkatlerini çekti. Paralarını zorla biriktirerek alıp, keyifle okudukları çizgi romanları hafta sonu dağıtımı yapan kişi elde kalan romanları geri alıyordu. Gidip gazeteciyle konuştular arta kalanları alıp alamayacaklarını sordular. 'Bunları satmadığınız takdirde alabilirsiniz' yanıtını alınca onları toplamaya başladılar.

Babalarının garajına birkaç tane masa ve sandalye koydular çizgi romanları rafa dizdiler ve arkadaşlarına roman fiyatının çok çok altına orada okutmaya başladılar. Tabii işin başında kendileri durmadılar. Çocuklardan birinin, çok çalışkan kız kardeşini 'okuma salonunun' başına koydular kız kardeşi orada rahat rahat ders çalışıp bedavaya çizgi roman okurken onlarda oyunlarını oynayabilecekti. Ayrıca saatlerce çalışıp kazandıkları parayı onlar orada olmadan ter akıtmadan kazanabiliyorlardı ve başlarında bir patron yoktu. (Robert Kiyosaki-Zengin Baba Yoksul Baba)

Burada dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu, maaşlı çalışıyorsunuz işe yeni başladığınızı varsayıyorum ortalamanın üstünde bir maaş alıyorsunuz. İlk ay sonunda aldığınız maaştan çok memnunsunuz erkenden kalkıp işinize gidiyorsunuz, ikinci ay sonunda yeni bir buzdolabı almak istediniz takside girdiniz, tabi bu masraflar aldığınız iyi maaş sayesinde, birkaç ay sonra yeni bir araba almaya karar verdiniz ve bu böyle sürüp gidiyor. İsteseniz de istemeseniz de bir şekilde harcama yapıyorsunuz bunun rengi farklı olabilir ama illa bir yere harcama yapacaksınız ve borçlanacaksınız. Yani sonuç olarak aldığınız maaş hiçbir zaman yetmeyecek.

Peki, gelelim iş sahiplerine kendi çalışanı gibi sabah iş yerinde oluyor hadi biraz daha gevşek olalım çalışanından yarım saat sonra geliyor diyelim. Akşam evine gidiyor. Her istediğinde evine gidip yatamıyor çünkü işlerin başında durup takip etmesi gerekiyor, parası var iyi para kazanıyor ama istediğinde tatile çıkamıyor çünkü 'sahip olduğu' bir işi var. Sizce bu adam patron mu? Benim için artık değil. Birçoğumuzun 'patron' dediğine ben 'kıdemli çalışan' diyorum. Yukarda bahsettiğim iki çocuk bir 'iş sahibi' dir. Ama her dükkan, her iş yeri sahibi 'iş yeri' sahibi değildir. İş yerleri onlara sahiptir. Dükkan gel dedi mi orada olmak zorundadır. Çünkü kendisine bağlı bir işi vardır. Bahsettiğim çocukların işi onlara bağlı değil çocuklar orada olmasa da o küçük garaj para getiriyor yani 'pasif gelir' sağlıyor. Birçoğumuzun geliri 'aktif gelirdir' yani biz olduğumuz sürece para kazanabilen bir iş yeridir. Doktorlar, mühendisler, veterinerler, işçiler, yazılımcılar, internet sayfası yapanlar vs. bu saydıklarımın hepsi 'aktif gelir' sahibidir. Onlar varsa para vardır. Bir diş hekimi kolu sağlam olduğu sürece muayene edebilir.


Rahmetli Sakıp Sabancı bir iş sahibidir. İstediği zaman tatile gidebilirdi sabah erken kalkma zorunluluğu yoktu. İşler o olmasa da yürüyordu. Koç Holding’in sahibinin dünya turu yaptığını duymuşunuzdur. Sizde de o dünya turu yapacak para olsa gidebilir miydiniz? Giderdiniz ama gittiğiniz zaman topladığınız paradan giderdi.

Peki, bu bahsettiğim iş sahipleri bu parayı nasıl kazandılar nasıl bu konuma geldiler. Birçoğunuz bu insanların nasıl zengin olduklarını okumuşunuzdur. Okumanıza rağmen belki gözünüzden kaçmış olabilecek bir noktadan bahsetmek istiyorum. Sakıp Ağa çok çalıştı yani şu an sizin çalıştığınız kadar çalıştı alnınızdan akan terlerin aynısı ondan da aktı. Ama Sakıp Ağa 'doğru yere' yatırım yaptı yani kurduğu sistem işi kendisine bağlı hale getirmedi. Bu biraz da düşünme şeklidir yani işiniz büyürken klasik sisteme ayak uydurmamak gerekiyor. Siz varken büyüyen bir işiniz olmaması için biraz daha farklı düşünmek zorundasınız.

Sizlere yardımcı olması amacıyla Robert Kiyosaki’nin 'Zengin Baba Yoksul Baba ve İş Okulu' kitaplarını kesinlikle tavsiye ederim.

'Tüm zenginliklerin, başarıların, maddi kazançların, büyük keşiflerin, icatların ve bütün kazanımların asıl ve tek kaynağı düşüncedir.'

Saygılarımla, Fatih

Charles Ponzi

Charles Ponzi, İtalya’da doğmuş ve 1903’te, 21 yaşındayken ABD’ye göç etmiş. Sonrasında bir gazeteye verdiği demeçte, 'Cebimde 2.5 Dolarlık nakit, gönlümde 1 milyon Dolarlık ümitle gelmiştim bu ülkeye' diyor. Ponzi ilk yıllarda bulabildiği her işte çalışır. Çalıştığı lokantadan hırsızlık yaptığı için kovulunca Kanada’ya (Montreal’e) gider. Orada da çek sahteciliği yapar ve üç yılını Montreal’de hapiste geçirir.

Ponzi ABD’ye döndüğünde, bir rastlantı sonucu uluslararası posta kuponlarıyla tanıştı. Bu kuponlar, diğer bir ülkede yaşayan bir başka kişiye gönderiliyor, o kişi de cevap verirken posta pulu satın almak yerine bu kuponu kullanıyordu. Charles Ponzi, bu posta kuponlarının değişik ülkelerde farklı değerleri olduğunu, hatta bu farkın altı katına kadar ulaştığını keşfetti. Bu, tümüyle yasaldı ve büyük bir kar vardı.

Ponzi bu fırsatı, sonrasında dünyada 'Ponzi Organizasyon' olarak anılacak olan bir yatırım organizasyonuna dönüştürmeyi tercih etti. Bu çok karlı işlemin üzerine kurduğunu söylediği organizasyonda, yatırımcılara 45 günde %50, 90 günde %100 getiri vaat etmeye başladı. Ancak gerçek oydu ki, özellikle o yıllarda satın alınan onca uluslararası posta kuponunun başka ülkelerde paraya dönüştürülmesi gibi bir işin yürütülmesi olanaklı değildi. Ama kimsenin umurunda değildi bunu araştırmak. Çünkü Ponzi söz verdiği getirileri kazandırıyordu. Yatırımcılar Ponzi’ye o denli güveniyorlardı ki kazandıklarını tahsil etmeyip tekrar ona yatırıyorlardı.

1920 yılının ortalarında bir gazetenin Ponzi’nin bu şirketinin meşruluğunu sorgulayan yazılar yayınlamaya başlaması, Ponzi’nin sonunu ateşleyen kıvılcım olur. Gazetecilerin ulaştıkları bilgiler arasında, Charles Ponzi’nin bu çok karlı işe hiç kişisel yatırım yapmadığı da vardır! 12 Ağustos 1920’de gelindiğinde, artık kaçma olasılığı olmadığını anlayan Ponzi polise teslim olur. O güne dek 40,000 kişinin Ponzi’nin bu organizasyonuna para yatırdığı anlaşılır. Ponzi beş yıl hapis cezası alır. Charles Ponzi hapisten çıktıktan sonra da yine yasal olmayan işler yapar. Ömrünün son yıllarını sefalet içinde Brezilya’da geçirir ve bu ülkede fakirler için yapılmış bir hastanede 1949 yılında ölür.

Yatırımcıların getirilerinin, sonradan yatırım yapanların paralarıyla ödendiği düzenlere Charles Ponzi’ye atfen tüm dünyada 'Ponzi Organizasyon' adı verilmiştir. Bütün bu gibi organizasyonların ortak özelliği, alışılmadık ölçüde yüksek kazançlar vaat etmeleridir. Söylemek bile gereksiz ama bu düzenlerin tamamı, gelen parada en küçük bir aksama olduğunda batıp giderler. Bu da, istisnasız her zaman gerçekleşir!

Charles Ponzi, ölümünden sonra sayısız girişimciye ilham kaynağı olmuştur. Hepsinin içinde dünyada en sansasyonel olan, 1997 yılında Arnavutluk’ta olanlardır. Nüfusun önemli bir bölümü hatta bazı kaynaklara göre 2/3’ü, paralarını hükümet destekli Ponzi organizasyonlarda kaybedince ülkede ayaklanma çıkmıştı. Şirketler, yıllık enflasyonun o dönemde %10-15 seviyelerinde olduğu bu ülkede aylık %50 kazanç taahhüt ediyorlardı. Ayaklanma o kadar büyüktü ki ülkenin tümüyle çökmesine ramak kalmıştı. İsyan, BM güçlerinin konuya dahil olması, hükümetin istifası ve 2,000 Arnavut’un yaşamını kaybetmesiyle sonlanmıştı.

Uzunca bir süre gazete manşetlerinden inmeyen bir başka Ponzi organizasyon da, ünlü ABD’li işadamı Bernie Madoff’un kurup yönettiği 'yatırım şirketi'ydi. Madoff 2009 yılında tutuklandığında, binlerce kişinin milyarlarca dolarını bu şirkette kaybettiği ortaya çıktı. Madoff daha sonra, yönettiği fonların toplam tutarının 65 milyar Dolar olduğunu açıkladı. Bernie Madoff mahkemesi sonunda tam 150 yıl hapse mahkum oldu. Ponzi’nin kişisel geçmişi zaten hiç de parlak değildi. Peki ya Madoff? Nasdaq Borsası’nın Yönetim Kurulu Başkanı’ydı!

Ponzi organizasyonlardan biz de kısmetimize düşeni aldık geçmişte. 1980’li yıllarda patlayan ve 'banker faciası' diye anılan olay, Ponzi’nin mirasçılarının eseridir. 'Banker Kastelli' olarak tanınan Cevher Özden'in aralarında en popüleri olduğu 'bankerler', halktan milyarlarca dolar toplamış ve sonra da batmışlardı. Sonucunda da dönemin başbakanı ve maliye bakanı, istifa etmek zorunda kalmıştı.

Ponzi organizasyonlar, önceden katılanların kazançlarının, sonradan girenlerin yatırdıkları paralarla ödendiği piramit düzenlerden başka bir şey değildirler. Ağ pazarlama ve çok katlı pazarlama organizasyonları ise meşru bir mal ya da hizmet ticareti üzerine inşa edilmiş, meşru işlerdir.

Saygılarımla, Fatih

Piramit Dolandırıcılık

NM hakkında bilgiye sahip olmayan insanların bir çoğu kafasında NM'nin anlamı piramit (saadet zinciri) ile eşittir. Bu yanlış düşüncenin nedeni NM'nin piramide benzer şemasıdır. Ama buna rağmen bu neden, asla geçerli bir neden değildir; Zira tüm organizasyonların yapısal şekli piramit (üçgen) olmak zorundadır. Bir organizasyonun piramit olduğunu ispatlayan onun şekli olamaz. Belki onun nasıl davrandığı olabilir. Dr. Dean Black'in NM hakkındaki kitabında bununla ilgili birkaç güzel örnek kullanıyor;

'Tüm firmaların genel şeması, herhangi bir organizasyon şirket ya da fabrika olsun, bir ürün üretmek yada dağıtmak için bir piramit kurmak zorundadır. Bu piramit aşağılara doğru giderken daha da genişlemektedir. Bunu büyük fabrikalar, şirketler, askeri organizasyonlar, okullar, kiliseler hatta hükümet ve devletlerde aynı şekilde kullanıyor. Tüm başarılı ticaretler ürün ve hizmet dağıtımı nedeniyle sonuç olarak bir şekilde piramit şeklini uygulamak zorundadırlar.'


Bir piramit dolandırıcılıkta aşağıdaki özelliklerin biri yada hepsi bulunmaktadır;

1- Hiçbir ürün veya hizmet yoktur. Çalışanlar ve üyelerin komisyonunu yada maaşını kendilerinin birikmiş paralarından ödüyorlar.

2- Ürün ya da hizmetler normal fiyatından çok daha pahalıya satılıyor ki, bu kazanılan ekstra paradan komisyonları verebilsin.

3- Beyin yıkama ve para oyunu onun en önemli özelliklerindendir. Bu anlamda, piramit sisteme girenler hiç bir ürün satışı yada hizmet verme durumu olmaksızın para kazanırlar. Ama NM'in çalışan müşterileri aslında bağımsız birer temsilci olarak ürün tanıtımı ( bazı firmalarda satış) yaptıklarından dolayı şirket kazandığı için komisyonları da burdan dağıtılır.

4-Plana katılan kişinin, sisteme onu dahil eden kişiden fazla para kazanması imkansızdır. Ama NM'de alt seviyedekiler yada sonradan girenler pozisyon ve kazanç olarak ondan önce girenlerden ve üst levellerinden (upline'larından) fazla para kazanması mümkündür.


Piramit sistemlerle ilgili bir örneğim daha var.

Bir gün bir çocuk amcasıyla bu konuyu tartışırken demiş ki; 'Amca sen mi çocuğuna mı benziyorsun, çocuğun mu sana benziyor? Tabiki sen 50 yaşında olduğun için, sen daha yaşlı olduğun için o sana benziyor.'

Piramit sistemler de böyle; NM 60 senelik tarihi olan bir sektör ve 90’lı yıllarda kötü niyetli insanlar bu sistemin şeklini kullanarak bir sistem yaratmışlar ve bu yol ile para kazanmışlar, bu hepimizin malumu. Hatta dünya üzerindeki en büyük dolandırıcılık olayı bile bu şekilde yapılmıştır. Şimdi siz söyleyin lütfen, 'NM mi piramite (saadet zinciri'ne) benziyor, Piramit sistemin şekli mi NM'ye benziyor?

Saygılarımla, Fatih

Umudunu Kaybetme

Hepimizin 'kaybetmek, yenilmek, hayatın pençesinde ezilmek' için nedenleri var. Üstelik bu nedenler, donmakta olan birini uykunun çektiği gibi uyuşturucu bir mutluluğa bile çekebilir insanı. Mücadeleyi, savaşmayı, dövüşmeyi bırakırsın. Kendini, kendi mazeretlerinin karanlık derinliğine salarsın. Hayatla arandaki kavgayı daha başlamadan kaybedersin. En çok da "yenilmekten korkanlar" sever daha baştan kaybetmeyi, 'yenilmemişlerdir', sadece savaşa girmemişlerdir.

Teslim olmak, yenilmekten daha iyi gelir onlara. Bırakın savaşmayı, yenilmeyi bile beceremeyenlerin yenilgisidir bu. Biraz zavallı görünür bu adamlar bana.

Ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim. Mücadelecileri, dirençlileri, dövüşçüleri severim.

Kendi hayalini kendi oluşturup, ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim.

Böyle adamları benim gözümde değerli kılan onların hayalleri değildir, bazılarının hayalleri bana çok yabancıdır ama o hayale yürüyüşteki cesaret, o her şart altında dimdik duran azim, gerilememe kararlılığı çeker ilgimi.

O insanlar başarırlar.

Başarının ölçüsü de ne para, ne şöhret, ne iktidardır benim için. Basittir benim başarı tarifim. İnsanın hayallerini gerçekleştirmesine başarı derim ben.

Hayalinle senin arana dikilen bütün engelleri aşabilmeye.


Geçenlerde Chris Gardner'ın hikayesine rastladım.

Bir zenci. Çocukluğu kötü geçmiş. Babası onları terk etmiş, üvey babası çok kötü davranmış, onu ve kardeşlerini hırpalamış, annelerini dövmüş. Daha yedi yaşındayken "çocuklarını asla bırakmayacağına" yemin etmiş. Akıllı olduğu için arkadaşları buna "koca kafa" adını takmışlar. Ama okumamış. Gidip Deniz Kuvvetleri'ne yazılmış. Sıhhiyeci olmuş. Orada işleri çabuk öğrenmiş, doktorların ilgisini çekmiş. Askerden sonra tıp okumayı düşünmüş. Ordudan ayrılınca bir hastanede çalışmaya başlamış. İşler iyi gidiyormuş. Evlenmiş. Sonra hastanede çalışmaktan vazgeçmiş. Hastane malzemeleri satarak zengin olacağına karar vermiş. Bu karar, onun felaketinin başlangıcı olmuş. Bu arada bir de oğlu doğmuş. Kapı kapı dolaşıp "tarayıcı" denilen bir alet satmaya uğraşıyormuş doktorlara. Ama işler iyi gitmiyormuş. Hayat onun için gittikçe daha zorlaşıyormuş. Parasızlık, çocuğun yuva masrafı, biriken faturalar, ödenemeyen kira, karısının çift vardiya çalışması, tarayıcıları kimsenin almaması vb.

Gardner, her yandan sıkışırken bir gün elinde kocaman tarayıcısı, sırtında her zaman taşıdığı ucuz çantasıyla bir doktor randevusuna yetişmek için hızla yürüdüğü sırada kaldırımın kenarında kırmızı bir Ferrari durmuş, içinden fiyakalı genç bir adam inmiş. Adamı durdurmuş hemen.

- Efendim, izninizle iki sorum var. Bu arabayı alabilmek için ne iş yapıyorsunuz? Bu işi nasıl yapıyorsunuz?

- Borsacıyım. Şu binada borsacı olmak isteyenler için bir kurs veriyorlar.

Gardner o anda borsacı olmaya karar vermiş. Ve hemen binaya girip kursa katılmak istediğini söylemiş. Kursa katılabilmek için gerekli sınavı başarmış ve mülakata girmeye hak kazanmış. Mülakattan bir gün önce eve polisler gelmişler ve ödemediği trafik cezasından dolayı onu tutuklamışlar. O sırada evini boyadığı için onu atleti ve eline yüzüne bulaşmış boya lekeleriyle nezarethaneye atmışlar. Ertesi sabah karakoldan çıkıp, o haliyle koşa koşa mülakata gitmiş. Bir borsa sınavına, atletle ve yüzünde boya lekeleriyle gelen bu genç zenciye, kurulun başkanı;

- Karşıma atletle gelen bir adamı borsacı olması için kursa kabul etsem, ne dersin, demiş.

- Herhalde çok güzel bir pantolonu vardı, derim efendim.

Bu espri üzerine onu kursa kabul etmişler. Kurs altı ay sürecekmiş, bu sürede hiç ara vermeyeceklermiş ve sonunda aralarından sadece birini işe alacaklarmış. Bir yandan kursa gidip, bir yandan da para kazanabilmek için 'tarayıcılarını' satmaya uğraşıyormuş. Ama satamıyormuş. Hayat daha da zorlaşmış. Sonunda karısı onu terk etmiş.

Chris, bütün zorluklara rağmen çocuğuyla birlikte yaşamaya karar vermiş ve oğluyla ikisi baş başa kalmışlar. Bir akşamüstü oğlunu mahalledeki basket sahasında oynamaya götürmüş. Çocuğun bir atışını sertçe eleştirince küçük oğlan 'ben bu oyunu beceremeyeceğim' diye oynamaktan vazgeçmiş. 'Kendileri yapamayanlar sana, senin de yapamayacağını söylerler.' demiş oğluna. 'Sana, ben bile yapamazsın dersem beni dinleme.'

Birkaç gün sonra kirayı ödeyemedikleri için ev sahibi onları evden atmış. Bir motele yerleşmişler. Sabahları oğlunu yuvaya bırakıyor, kursa gidiyor, kursta hisse satabilmek için müşterilerle konuşarak diğer kursiyerleri geçmeye çalışıyor, akşam yuvaya koşup oğlunu aldıktan sonra 'tarayıcılarını' satmak için doktor muayenehanelerini dolaşıyormuş. İşler biraz düzelmiş. Tarayıcı satışları artmış. Tam biraz nefes alacakken bu sefer de bir mektup gelmiş vergi dairesinden. Ve, kazandığı bütün parayı elinden almışlar. Satabileceği tek bir tarayıcı ve cebinde on iki dolarla kalmış. Motele de para ödeyemediği için oradan da atılmışlar. Ne gidebilecekleri bir yer, ne de ceplerinde para varmış. Bir metro istasyonuna götürmüş oğlunu. Oğluna, elindeki tarayıcıyı gösterip 'bak bu zaman aleti' demiş, 'Hadi düğmesine bas ve zaman değişsin.' Çocuk düğmeye basmış.

'Ah,' demiş, Chris, 'İşte zaman değişti, bak dinazorlar geliyor, hadi kaçıp bir mağaraya sığınalım.'

Oğluyla metronun tuvaletine girmişler, 'burası mağara,' demiş Chris, yerlere tuvalet kağıtları serip oğluyla birlikte onların üstüne oturmuş. Oğlunu uyutmuş ve o uyurken ilk kez ağlamış. Ertesi sabah kursa elinde tarayıcısı, bavulu ve bir takım elbisesiyle gitmiş, soranlara 'Akşam bir yolculuğa çıkacağım da onun için eşyalarım yanımda' diyormuş. Bir yandan da deli gibi çalışıyormuş kursta. O akşam bir kilisenin evsizler için olan barınağında kalmışlar. Oğlunu uyuttuktan sonra elindeki son tarayıcının arızasını tamir etmeye uğraşmış. Artık her sabah kursa gidiyor, bir ara koşarak bir doktor muayenehanesine gidip tarayıcı satmaya çalışıyor, akşamları evsizler için olan barınağın önünde çocuğuyla kuyruğa girip gece yatacakları bir yatak bulmaya uğraşıyormuş. Bazı geceler barınakta yer bulamayınca metro istasyonunda kalıyorlarmış. Bir yandan da diğer kursiyerlerin aramaya bile cesaret edemediği zengin yöneticileri arıyor, onlardan randevu alıyor, gerekirse evlerine gidip oğluyla birlikte kapılarını çalıyormuş. Cebinde beş kuruş parası, yatacak yeri olmayan bu genç zenci bazı günler ülkenin en zengin adamlarıyla tanışıp onlarla dostluk ediyormuş. Akşam da yeniden evsizler barınağına dönüyormuş. Bir gün elindeki son tarayıcıyı satmayı başarmış. O gece iyi bir otelde kalmışlar oğluyla birlikte. Güzel bir hamburger yemişler. Kurs son günlerine yaklaşıyormuş. Ama kursun yöneticisi bu zenci öğrenciyi ayak işlerine koşturuyor, onun diğerlerine yetişmek için çabalarken bir de bu angaryalar yüzünden zaman kaybetmesine neden oluyormuş. Bütün bunlara rağmen kursun sonuna kadar dayanmış. Hisse senetlerini satmış. Son gün takım elbisesini giyip gitmiş işe. Onu son mülakata çağırmışlar.

Yönetici ona,

- Bugün burada kursiyer olarak son günün demiş. Ve, eklemiş;

- Yarın burada bir borsa simsarı olarak işe başlayacaksın çünkü.

O anda Gardner'ın gözleri dolmuş.

- Zor oldu mu Chris, diye sormuş yönetici.

- Çok zor oldu efendim, demiş.

Ertesi sabah iyi bir maaşla işe başlamış. Altı yıl sonra kendi şirketini kurmuş. On beş yıl sonra şirketini milyonlarca dolara satmış. Sonra oturup hayatını yazmış. Yazdığı kitap bütün dünyada best seller olmuş. Kitabından yapılan film Oscar'a aday gösterilmiş. Şimdi artık zengin bir adam. Bu adamın hikayesini çok sevdim. Ne borsacı ne de zengin olmasıydı beni etkileyen. Hayalini gerçekleştirememek için çok geçerli mazeretleri olan, çocuğuyla sokaklarda yatan, aç kalan, bir yandan kendisinden çok daha iyi eğitim görmüş insanlarla yarışırken bir yandan kimsenin almadığı bir 'tarayıcıyı' satmaya uğraşan, bir gün bile çocuğunu yalnız bırakmayan ve en zor şartlar altında bile oğluna 'Yapabilirsin, yapamayanların öğütlerine aldırma' diyen bir adamın mücadele etmesinden, direnmesinden, metro tuvaletlerinde ağlarken bile amacından vazgeçmemesinden etkilendim. Bu kadar kararlı bir şekilde ne olmak istese olurdu.

Hayattan, sefaletten, açlıktan korkmaması, bir tek gün bile yakınmaması, aç yattığı gecenin sabahında 'nasılsın' diyenlere 'iyiyim' diye cevap verebilmesi, başaramamak için sahip olduğu mazeretlerin içine saklanmaması, gerektiğinde yirmi dört saat uykusuz kalması, oğluna hep sahip çıkması, insanların ona hayran olmasını sağlıyordu. Kendi hayat hikayesiyle, oğluna verdiği öğüdü herkese vermiş oluyordu;

- 'Yapamayanlar sana da yapamayacağını söylerler, onlara inanma.'

Herhangi bir şeyi yapamamak için kuvvetli mazeretleri olanlar bu adamın hayatına bir baksınlar. Onun hayatını izledikten sonra. Ya yapacak, ya da utanacaklardır.

Saygılarımla, Fatih